396 kelime, 2 dakika okuma süresi.
Kayanın soğuk yüzeyine oturduğunda, o tanıdık nemi hissetti. Gözlerini kıstı. Karşıda, kurşuni bir gökyüzünün altında ağır ağır salınan gemiye baktı. Bir yük gemisiydi bu; muhtemelen ambarları arpa ya da hurda demir dolu, rotası bilinmez bir limana çevrili.
Yıllarını vermişti o ufuk çizgisinin ötesine. Akdeniz’in sonsuz maviliğini, okyanusların hırçın dalgalarını, Afrika limanlarının o baharat ve mazot karışımı ağır kokusunu ciğerlerine kazımıştı. O zamanlar, karadaki hayatının ritüellerini, bir bardak ince belli çayın buğusunu, dost meclislerindeki sohbetlerini ve toprağa basmanın güvenini özlerdi … Bunların hasretiyle yanıp tutuşur, vardiya aralarında kamarasının lumbuzundan dışarı bakar, “Bir gün,” derdi, “Bir gün gemileri yakıp döneceğim.“
Ve o gün geldiğinde dediğini yapmıştı. Gemileri yakmış, ceketini alıp inmişti gemiden. Çalıştığı gemiye dönüp bakmadan uzaklaşmıştı.
Ama şimdi, döndüğü o “hayalindeki” hayatta, ciğerleri havaya aç bir balık gibi çırpınıyordu. Şehir gürültülüydü, insanlar telaşlı. Kimse rüzgârın yönünü, bulutların şeklini umursamıyordu. Marketteki sıra kavgası, ödenmemiş faturalar, trafik ışıkları… Denizin o acımasız ama dürüst kurallarının yanında, karanın kuralları ona sahte ve küçük geliyordu.
Bir sudan çıkmış balık misaliydi. Yürürken bile yalpalıyordu, geminin o hafif salınımını arıyordu ayakları. Sanki yer ayağının altından kaymalı, dünya biraz sallanmalıydı ki dengesini bulabilsin.
Gözlerini uzaktaki o gemiye dikti tekrar. Makine dairesinin gürültüsünü, metalin metale sürtme sesini, fuel oil kokusunu hayal etti. Sonra o yaşlı çarkçıbaşının sesi yankılandı kulaklarında. İlk seferiydi, daha genç sayılırdı. Çarkçıbaşı, elindeki yağlı bezi bir kenara fırlatıp acı acı söylenmişti:
“Oğlum, ne işin var senin denizde? Bak, sana bir abi tavsiyesi; insanın kıçı denize bir kere değmeye görsün, bir daha iflah olmaz, kurtulamazsın o tuzlu sudan.”
Gülüp geçmişti o zaman. “Benim iradem sağlamdır, istediğim zaman bırakırım,” demişti içinden. Ne büyük yalanmış.
Bazen pılını, pırtısını toplayıp gitmek istiyordu buralardan. Anadolu’nun ortasına, denizin kokusunun bile olmadığı, uçsuz bucaksız bozkırlara kaçmak… O maviyi görmezse unutacağını sanıyordu. Ama sonra, bir boğulma hissi çöküyordu göğsüne. Denizin olmadığı yerde nefes alabilir miydi? Ufuk çizgisinin olmadığı bir yerde gözlerini dinlendirebilir miydi?
Sigarasından derin bir nefes çekti ve dumanı lodosun kollarına bıraktı. Gitmekle kalmak arasındaki o arafta, tam da şu an oturduğu o kayanın üzerindeydi işte. Ne tam anlamıyla karadaydı ruhu, ne de o giden gemide.
“Kıyı,” diye düşündü. “Belki de benim yerim burasıdır. Ne denizin içi ne de karanın tam kalbi. İkisinin birbirine değdiği, savaştığı ve barıştığı bu ince çizgi.”
Gemi, ufukta küçük bir lekeye dönüşürken, yerinden kalkmadı. Sadece izledi. Lanetiyle barışmış bir mahkûm gibi, kaçtığı ama kopamadığı o sonsuz maviliğe bakmaya devam etti.
Kısa hikaye tadında Sait Faik hikayeleri tadında güzel bir yazı olmuş kalemine gönlüne sağlık.