Sabahın erken saatleri. Antalya’nın o insanın içini baymayan, daha çok gıdıklayan serinliğiyle Döşemealtı pazarının yolunu tuttuk. Pazar dediğin, bir curcuna, bir kıyamet; ama hani o güzel kıyametlerden. Herkesin bir telaşı var, herkes bir yere yetişecek sanki. Derken, mavi brandaların altında bir gülümsemeye takılıyor gözüm. Öyle bir gülümseme ki; insanın içindeki bütün isli paslı düşünceleri bir süpürgeyle süpürüverir sanki.
Teyze, sanki o tezgahın başında doğmuş. Üzerinde pazarcıların o kadim, çiçekli kıyafeti. Yanında yoğurt kovaları, terazisi ve dünyanın en mühim işini yapıyormuş gibi duran o vakur hali… Yanına yanaşıyorum.
“Teyze, bu neşe, bu sabahın köründe nereden geliyor? Sırrın nedir senin?”
Önce bir kahkaha atıyor ki, gözlerinin kenarları kırışıyor, o kırışıklıkların arasına sanki bir ömür sığdırmış…
“Ben tam otuz beş yıldır bu tozun toprağın içindeyim. Ben bu işin erbabıyım!”
Mesele ne satmakla, ne almakla, ne de akşama cebe girecek üç beş kuruşla ilgili. Mesele, şu koca dünyada kendine bir yer bulmak, o yeri sevmek ve orayı bir çiçek bahçesine çevirmekte. Otuz beş yıl… Dile kolay! Her sabah aynı gülüşle “merhaba” diyebilmek hayata.
İster yüksek rütbelere kurulsun insan, ister pazarın orta yerinde domates satsın; yeter ki işini böyle şevkle yapsın.
Pazardan ayrılırken bende bir bayram havası. Şuncağız hayatta, her sabah işinin başına böyle sevdayla oturan birileri oldukça, dünya hala yaşanmaya değer diye düşündüm.
“Aman,” dedim kendi kendime, “hiç bozulmasın o gülüşün teyze. Sen gül ki, dünya da biraz kendine gelsin.”
Şimdi yolun kenarına oturmuş, gelene geçene bakarken seni düşünüyorum okuyucu;
Hani her gün ‘bitse de gitsek’ dediğin o dükkan, o ofis, o masa var ya; orada bir ömür çürütmek yerine, sen de o teyze gibi kendi hayatının ‘erbabı’ olup, sabah vakitlerini cennete çevirebilir miydin, yoksa buna cesaretin mi yok?”
*Meserret : Sevinç (TDK)