Dev bir iş makinesinin pençesi beton blokları yere indirdiğinde, çıkan toz bulutu henüz dağılmadan onlar beliriyor bir anda sahnede.
Sessiz bir bekleyişle başlıyor. Yıkım ekipleri ana taşıyıcıları, kirişleri ve binaya dair ne varsa yıktığı an, sanki görünmez bir düdük çalmışçasına yıkıntılara doğru bir insan seli akıyor. Kadın, erkek, çoluk çocuk, amca, dayı… Ailece, hatta sülalece oradalar.
Kentsel dönüşüm, şehirlerin kaçınılmaz bir gerçeği olarak hayatımızın merkezine yerleşti. Ancak bu süreç binaları, sokakları ve çehreyi değiştirirken; kendi “toplayıcısını” da yaratıyor, kendi sosyolojisini dönüştürüyor.
Betonun griliği arasına sıkışmış demir filizleri, bu insanlar için en değerli hazine. Ellerindeki çekiçlerle, kesicilerle ya da bazen sadece çıplak elleriyle betona yapışmış demiri söküp alıyorlar. Sadece demir mi? Değil. Yıkıntılar arasında, o evlerde bir zamanlar yaşanmış hayatlardan geriye ne kaldıysa; bir kapı kolu, kırık bir musluk, belki unutulmuş bir çerçeve…
Kentsel dönüşüm olgusu ortaya çıkması ile birlikte bu insanlar da “kentsel dönüşüm” geçirmişler. Hurda toplarken; yıkımın ritmine ayak uyduruyor, tehlikeyle dans ediyor ve betonun içinden hayatı çekip çıkarıyorlar.
Toplanan her parça, bir çırpıda ayıklanıp istifleniyor. Üç tekerlekli hurda arabaları ve iki tekerlekli çuvallar, bu “hasadın” taşıyıcıları.
Kendi içinde bir düzen, bir iş bölümü ve amansız bir hayatta kalma mücadelesi var. Biri demiri vuruyor, diğeri ayıklıyor, öbürü taşıyor.
Şehir yenilenirken, eski binaların molozları arasındaki bu kalabalık, kentsel dönüşümün fotoğraf karesine yansıyan en gerçek, en ham yüzü olarak karşımızda duruyor.
Sonra zihnimde bir şarkı dolanıyor;
Kafamda kentsel döüşümler
İçimde bi yerde bi gülüşünden
Sana deliyim ama gizledim her
Gidişinden, gidişinden
….