Kartal’da, deniz kokusunun tren raylarının pas kokusuna karıştığı bir sokak vardı. Adı Hükümet Sokağı. Adliye, Hükümet binası ve askerlik şubelerinin olduğu sokak. Şimdilerde ne hükümet binası kalmış, ne adliye binası. Hepsi bavullarını toplamış, yeni, camlı binalara taşınmış. O eski istasyonun telaşlı kalabalığı bile buharlaşıp gitmiş.
Bir o kalmış.
Koca bir devrin son bekçisi gibi, eğri büğrü, inatçı.
Dönüp dolaşıyorum yine ayaklarım oraya gidiyor. Kendimi ne zaman Kartal sokaklarına bıraksam, yine onun önünde buluyorum. İşim gücüm fotoğraf. Elimde şu fotoğraf makinesi olmasa da giderim. O, beni hep çağırır.
Metruk diyorlar. Ne çirkin kelime. Yalnız o. Yalnız.
Ahşap bedeni yorulmuş. Boyası, güneşin altında kavrulmuş yara kabuğu gibi dökülüyor. Pencereleri… eskiden denize mi bakardı, yoksa hemen karşıdaki Adalar’a mı göz kırpardı? Şimdi boşluğa bakıyor. İçindeki o kocaman boşluğa.
Düşünüyorum. Bu cumbalı odada, sabahın beşinde belki de bir adam uyanırdı. Belki bir makasçı, belki kasketi yağlı bir kondüktör. Gözlerini açar açmaz, o demir tekerleklerin sesini duyardı. Hayatın sesiydi o. Bir vagonun gıcırtısı, bir trenin gümbürtüsü… Evin temelleri o sesle titrerdi. Ne güzel titreme. Şimdi, yanından vızır vızır geçen arabaların gürültüsüyle titriyor. Ne acı.
O eve her baktığımda, o ev de bana bakıyor, bakışıyoruz. Kırık camlarının ardından, “Gördün mü başıma geleni?” diyor. “O kadar sağlamdım, o kadar gururluydum. Ağustos ayıydı. Bir gece sallandık. Sonra herkes gitti. Bir ben kaldım. Unuttular.”
Bu hüzün değil. Hüznü severim ben, deniz gibidir, tanıdıktır. Bu, başka bir şey.
Bu, kaybolmanın, unutulmanın o soğuk, o paslı tadı. İnsanın boğazına takılan o kılçık. Yutkunsan gitmez, atsan atılmaz.
İnsanlar yürüyor. Telaşlılar. Yeni binalara, yeni evlere, yeni dertlere gidiyorlar. Bu eski evin önünden, bir mezarın önünden geçer gibi hızlı adımlarla geçiyorlar. Görmüyorlar. Görmek istemiyorlar. Çürümek, hatırlatılacak şey değil bu devirde.
Hep yazmak istedim bu evi. Bu evin nesini yazayım?
Onun o ahşap kokan yalnızlığını mı, yoksa benim bu pas kokan kaygımı mı?
Galiba ikisi de aynı şey.
Bir kedi sürtündü bacağıma. O biliyor. Kediler, böyle evlerin asıl sahibidir. Belki de evin ruhu o kedinin gözlerinde yaşıyordur.
Ben de bir kediyim belki. Dönüp dolaşıp, bu eski evin kapısına geliyorum. Ne yapayım, sevmese de insan, alıştığı yerden vazgeçemiyor.
Bıraktım yazıyı. Gidip o kedinin başını okşadım. O evden geriye kalan tek canlı sıcaklık oydu. Yeter.
Fotoğraflar 2012 yılında çekilmiştir.
İçten güzel bir yazı zaman direnmek lazım metruk bina gibi.
Doğru, umarım herkese bu anlamda, örnek bir yol gösterici olur bu bina.. Teşekkür ederim yorumunuz için Kamil bey.