Ege’nin o kendine has tuzlu rüzgarını arkanıza alıp Cunda’nın içine doğru yürümeye başladığınızda, sizi yaşanmışlıklarla dolu bir tarih karşılayacak.
Zirveye doğru tırmanırken, ayağınızın altındaki asırlık Arnavut kaldırımları size rehberlik edecek. Her biri özenle döşenmiş bu taşlar üzerinde yürürken, başınızı kaldırıp çevrenize baktığınızda Cunda’nın o meşhur sivil mimarisiyle karşılayacaksınız.
Daracık sokaklara sıralanmış tarihi Rum evleri, adeta birer sanat eseri gibi. Sarımsak taşından örülmüş duvarları, pencerelerden sarkan sardunyaları, pastel renklere boyanmış ahşap panjurları ve cumbalarıyla bu evler, fotoğraf makinenizi elinizden düşürmenize imkân vermiyor. Her köşe başında, tembel bir ada kedisinin uykusuna denk gelmeniz mümkün. Adada insanlar olmasaydı sadece kediler olurdu gibi bir duyguya kapılmanız olası. Bu sokaklar, tepeye varmadan önce ruhunuzu dinlendiriyor. Tepeye vardığınızda ise kitaplar, yel değirmenleri, manzara ve çay keyfi karşılıyor sizi…
O keyifli ama hafif yorucu yokuşun sonunda, Arnavut kaldırımlarının bittiği yerde sizi adanın bekçisi karşılıyor: Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı.
Eski adıyla Agios Yannis Kilisesi olan bu yapı, Rahmi M. Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı’nın dokunuşuyla harabe halinden kurtarılıp muazzam bir kütüphaneye dönüştürülmüş. Sevim ve Necdet Kent Kitaplığı, Rahmi M. Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı bünyesinde hizmet veriyor. Kitaplık; ilerleyen yaşı nedeni ile göz sağlığı bozulan, “Göremediğime değil, okuyamadığıma üzülüyorum.” diyen Emekli Büyükelçi Necdet Kent’in ve eşinin ismi verilmiş. Necdet Kent’in oğlu Muhtar Kent, merhum babasından kalma bin üç yüzü aşkın kitabı bu kitaplığa bağışlamış. [1]
Avluya adım attığınızda, yel değirmeninin nostaljik kanatları ve taş işçiliğinin zarafeti sizi selamlıyor.
Ve işte o an… Ziyaretçilerin neden buraya tırmandığını anladığınız o büyülü an. Kütüphanenin terasından baktığınızda, az önce içinden geçtiğiniz o labirent gibi sokaklar, Cunda’nın kırmızı kiremitli çatıları ve Ege’nin sonsuz mavisi ayaklarınızın altına seriliyor.
Aşıklar Tepesi, manzarasıyla ve sunduğu huzurla da insanı büyülüyor. Bu tepenin dilden dile dolaşan hikayesini dinlediğinizde ise bu büyü daha da güzelleşiyor.
Elena, her gün Aşıklar Tepesi’ne çıkar ve yel değirmeninin huzur veren sesini dinlerdi. Bir gün, değirmenin yanında Dimitri ile karşılaştı. Dimitri, babasının yerine değirmeni çalıştırıyordu. İkisi de ilk görüşte birbirlerine aşık oldular. Elena ve Dimitri, her gün değirmenin yanında buluşur, birbirlerine olan aşklarını anlatırlardı. Ancak, Elena’nın ailesi başka bir kasabaya taşınmaya karar verdi. Ayrılık günü yaklaştıkça, ikisi de ne yapacaklarını bilemez hale geldiler.
Son gün, Elena ve Dimitri, değirmenin yanında son kez buluştular. Dimitri, Elena’ya bir daha asla unutamayacağı bir hediye verdi: Rüzgarın her estiğinde değirmenin sesiyle ona olan aşkını hatırlatacak küçük bir rüzgar çanı. Gözyaşları içinde vedalaştılar ve Elena ailesiyle birlikte adadan ayrıldı.
Yıllar geçti, Elena başka bir yerde yeni bir hayat kurdu, ama yüreği hep Cunda’da kaldı. Dimitri, her gün yel değirmenini döndürdü ve rüzgarın sesiyle Elena’yı anımsadı. Bir gün, yaşlı bir kadın olarak Elena, Cunda’ya geri döndü. Yel değirmeninin yanında durdu ve rüzgar çanının sesini duydu. Dimitri’nin ona olan aşkı hala değirmenle birlikte yaşıyordu. [2] Gerçekten etkileyici bir hikaye, ne dersiniz?
Kütüphaneyi gezdikten sonra, yel değirmeninin gölgesindeki kafede soluklanıp, bu eşsiz tabloya karşı bir kahve içmek, Cunda gezinizin en unutulmaz anı olabilir.
Eğer yolunuz buralara düşerse; sadece tepeye odaklanmayın. O tepeye giden yolda, taş sokakların ve cumbalı evlerin size fısıldadığı hikayeleri de dinleyin. Elena’nın ve Dimitri’nin rüzgarda birbirlerine fısıldadıkları aşklarına kulak verin.
Kaynakça
[1] Vehbi Koç Vakfı
[2] Instagram hesabı Barisevenn